7 Şubat 2012 Salı

Hoşçakalın...

kısa notlarım hoşçakalın, çok değiştiniz, taklalar attınız ama yerinize oturdunuz sonunda...

15 Kasım 2011 Salı

birşeyler eksik birşeyler yarım ah ah .....

Akşamüstü, güneşin yakıcı ışınlarını heybesine atıp, nazik parmaklarıyla serinliği dağıtmaya başlamıştı artık. Tozlu yolda ilerleyen büyük siyah arabanın şoför koltuğundaki adam, dikiz aynasından arkada oturan oğlunun, meraklı bakışlarla camdan dışarıyı izlemesine arada bir göz atıyor, yağdırdığı ardı arkası kesilmeyen sorularına cevap yetiştirmeye çalışıyordu. Gün geçtikçe büyüyen şehrin sonunda buraya kadar yayılacağını bilerek yaptığı yatırımlar, meyvesini vermeye başlamıştı artık. 10 yıl öncesinin av alanlarında, çok katlı apartmanlar yükselmeye başlamıştı şimdi. Küçük bir inşaat şirketi kurarak atıldığı iş yaşamında, büyük bir holding sahibi olarak saygı duyulan bir isme sahipti. Ve ileride imparatorluğunu bırakacağı iki oğlundan büyük olanı şimdiden inşaat sahaları oyun alanı haline getirmişti bile. Gururlu bir gülümsemeyle dikkatini yola vermeye çalışırken birden Zahir’in sesiyle irkildi.

“Baba, baba dur bir şey oluyor orada. “ diye bağırdı çocuk heyecanla.

Ne olduğunu anlamasa da Zahir’in sesindeki bir şeyler uyarmıştı onu. Ani bir frenle arabayı kenara çektiği an Zahir hızla fırladı arabadan dışarı. Oğlu biraz ilerideki küçük çeşmeye doğru koşarken yavaşça indi arabadan. Çeşmenin başında 3-4 çocuktan oluşan bir kalabalık vardı. O ağır adımlarla peşinden ilerlerken Zahir çocukların yanına varmıştı bile. Zahir’in çocuklardan birini tişörtünün yakasına yapışarak ileri fırlattığını gördüğünde, endişeyle oraya doğru koşmaya başladı. O zaman gördü onu.

Yerde kollarını başına dolayarak dizlerini karnına çekmiş olan çocuk, toz içindeydi, Dayak yemekten açılan yaralardan akan kanlar bakır rengi bir bulamaç olmuştu kollarında ve bacaklarında. Yine de daha önceden kalan kirli bir yeşile, mora dönmüş, farklı yaşlardaki diğer ezikleri, izleri saklayamıyordu bulamaç. İlk değildi bu dayak, görür görmez anlamıştı Feridun…

İncecik kolları, yırtık pantolonundaki koca deliklerden görünen bacakları ile o kadar zavallı bir görünümü vardı ki çocuğun. Zahir diğer çocukları uzaklaştırarak bir koruyucu gibi yerdeki çocuğun başına dikilmiş öfkeli bakışlarla diğerlerini süzüyordu şimdi. Ağır bir taş yüreğine oturup göğsünü zorlarken donakaldı bir an olduğu yerde. Nasıl bir acımasızlıktı bu…

Zahir’in “Küçücük çocuk, utanmıyor musunuz ulan vurmaya!”  diye haykırdığını duymasıyla sıyrıldı içine düştüğü şokun karanlık kuyusundan. Ne yapmalıydı?  Bir süre daha beklemeye karar verdi o an için. Zahir’ in zaferini yaşamasına izin vermeliydi genç adam. Zayıfın yanında yer almayı, onu korumayı öğrenmeliydi şimdiden. Sadece dolu banka kasaları, tahviller, senetler olmamalıydı mirası. Daha fazlası olmalıydı geride bırakacakları. Gururla gülümsedi Zahir küçük çocuğa siper olurken.

“Aslan oğlum, aferin…” diye geçirdi içinden.

Diğer çocuklardan birinin, nefret dolu bir ifadeyle yerde yatan çocuğa tükürdüğünü gördüğünde acı ve hayretle irileşti gözleri.

“Kancık!” diye bağırdı tüküren. “O…’nun dölü!”

Zahir “Ulan ben seni var ya…” diye bağırarak çocuğun üstüne atladığında müdahale etme vakti geldiğini anladı artık.

“Durun bakalım çocuklar. Sakin olun.” Diyerek araya girdi önce. Yerde yatan çocuğun yanına giderek kucağına aldı onu.  Güçlerinin yetemeyeceği kadar iri biri belirir belirmez çocuklar kaçmaya başlamışlardı, öfkeden gözü kararan Zahir’i engelleyerek peşlerinden gitmesini engelledi Feridun.

“Zahir bırak şimdi onları. Biz önce ufaklığa bir bakalım.”
İri kara gözleriyle aç kalmış, hırpalanmış, korku dolu bakışlarıyla acınası bir yaratıktı. Dayak yemeyeceğini anladığı an sıkıca boynuna sarılıp başını göğsüne gömmüştü adamın. Gözyaşlarıyla ıslanmış yüzünü eliyle temizlerken toza bulanmış cildinde çamurlu izler kalmıştı geriye. Arabanın arka koltuğuna usulca yatırarak arabanın termostaki suyla ıslattığı mendiliyle yüzünü sildi incitmemeye çalışarak. Bütün bu süre boyunca ağlamaya devam etmişti çocuk. Durmadan, yüreği yırtılırcasına, sessiz iç çekişlerle ağlamıştı. Biraz olsun durulduğunda sonunda “İyi misin çocuğum?” diye sordu şefkatli bir sesle.

Çocuk zembereğinden boşalırcasına tekrar ağlamaya başlamıştı. Kesik hıçkırıklar ve inlemeler arasında yarım yamalak öğrendiği konuşmayla derdini anlatmaya çalışıyor ama her kelimesi başka bir hıçkırıkla kesiliyor konuşamıyordu ağlamaktan. Sonunda ağlamaktan tükenen bedenin kesik inlemelerle , “Ni…n…ni…nem …” dediğini duydu.

 Zayıf, kemikten ibaret gibi görünen parmaklarını kuyuya doğru uzatıyor, “ninem” diyordu sürekli. Bir ara “su…” dediğini fark ettiğinde çeşmenin önündeki devrilmiş kovayı gördü Feridun.

“Su almaya mı gelmiştin?” diye sordu. Çocuk zar zor başıyla onaylamıştı onu.

“Nnnn..inem.” diye inledi yine ıslak bir sesle.

“Ninene mi su alacaktın, peki nerede senin ninen?”

“Te işte o..orda…” diyerek yolun ilerisine uzattı bu sefer parmaklarını…

21 Temmuz 2011 Perşembe

Allahım sana geliyorum

Karakter kişileri A: sıcaktan beyni erimiş zavallı Doktor
                          B:sıcaktan beyni erimiş zavallı Hemşire
                          UFP: Tanımlanamayan Uçan Hasta(Unidentified flying patient)
                           R: Radyoloji teknisyeni.
A:     Geçmiş olsun şikayetiniz neydi?
UFP: Şikayetim yok,çok memnunum buradan Allah razı olsun hepinizden.
B:Yok teyze,  doktor hanım hastalığınız neydi diye soruyor.
UFP: Adam gibi sorsun o zaman.
A, B:????
Derin bir nefes alınır.
İç ses   A: La havle vela kuvvete....
Dış ses A: Tamam teyze, kızma, ne rahatsızlığın var anlat bakalım.
UFP: Bilsem hastaneye niye geleyim. Sen bilecen onu.
İç ses  A:????
Dış ses A:Tamam teyze, neren ağrıyor, onu söyle o zaman.
UFP: Nerem ağrımıyor ki , hele bu dizlerim, kıtır kıtır ses geliyor içinden kaç senedir. Hiö yürüyemiyorum.
A: Teyzecim, o zaman sen acile değil ortopediye gideceksin. Bizimle işin yok.
UFP: Gittim zaten.
A: Tamam, peki, ne dedi sana doktor?
UFP: Film çektir gel dedi.
A: Çektirdin mi peki?
UFP: Yok daha çektirmedim.

A: E neden çektirmedin teyze, bak o kadar muayene olmuşun, doktor seni filme yollamış.

O esnada  R kafasını içeri uzatır

R: UFP isimli hasta burada mı iki saattir onu çağırıyorum , direk grafisi çekilecek diye yollamışlar.

Dizleri ağrıyan teyze kırk yıllık bir akrobat ustalığıyla sedyeden atlar. Hızla kapıya uçar.

UFP:  Buradayım ben, buradayım bunlar tuttu kolumdan aldı içeri.İki sattir başında  vırvır...

Sonuç... Hastanın ortopedi tarafından acilin içinde  bulunan radyoloji bölümüne gönderildiği anlaşılır, hasta ivedilikle radyoloji teknisyenine teslim edilir, B'ye ters ters bakılır, B den aynen karşılık alınır.Olayın hangi noktadan itibaren çorba olduğunun anlaşılması işi çözümsüz kaldığından , konu kapatılır gider. Geçerken danışmaya da ters ters bakılır. Kantine gidilir bir bardak soğuk su içilir...

19 Temmuz 2011 Salı

nefha...

Meltem....
Onu nasıl açıklayacağız mesela.Onca yaptıklarını yapacaklarını açıklarken arkasında yatan nedenlere inerken , ne kadar geri gitmeli...
Sadece aşk mı?
Yoksa geri planda yetişme tarzı, ailesi, çevresi hepsi işin içine girmeli mi...
Hikayeye ne kadar sızmalı o?Sonunda , kararını verirken, etmen ne olacak, kendi kendine aldığı bir karar mı olmalı , yoksa birileri onu bir sarsmalı mı?
Yoksa yetmemesi mi olmalı?En önemlisi Meltem karakteri, kimi, neyi simgelemeli?

ihtimaller....

  O sırada Simin'in orada olduğunu hissetti Alent oradaydı işte… Onları saran çemberin dışında ona doğru kısık gözleriyle bakıyordu.

 Ades de fark etmişti Simin' i, gülerek "O senin Alent "dedi…

Sadece birkaç saniyede olmuştu her şey. Daha cümlesini tamamlamadan, onları saran çember alev almıştı. Yaratıkların balçığa dönüşürken çıkardıkları hışırtılar gökyüzünde yankılanırken, bir anda alevden çemberin kaybolarak tek noktada toplandığını fark ettiler.

 Şimdi o, Simin'in önünde duruyordu… Simin'in kılıcı onun elindeydi ve onun boğazına dayamıştı. Zarif ellerinden biri kılıcı tüy kadar hafifmişçesine Simini'n boğazında sabitlerken diğer eliyle dağılmış saçlarından yüzüne yapışan birkaç tutamı atmıştı geriye.

 "Seni aramaya gelecektim Simin" dedi yumuşacık bir sesle o sırada kılıcın keskin ucundan bir damla kan Simin'in boğazından süzülüyordu.

  "Ama sen beni buldun… Ah harikasın simin "diye devam etti nazlı, şakalaşırcasına melodik bir tonda.

 Bir anda kılıç havaya fırladı yere süzülüp ileride toprağa saplanırken tekrar yalımlar içindeydi Arinna ve Simin şimdi çarmıha gerinmişçesine onun karşısında havada asılı duruyordu.

  "Seni hatırlamakla cezalandırıyorum Simin, koruyucu ruhunu geri veriyorum sana, sana sonsuzluğu veriyorum.

  Asla unutmayacaksın, asla affedilmeyeceksin ve asla ölmeyeceksin.

  Zamanın sonuna kadar huzursuz ve yaptıklarının azabıyla yanan bir ruh olarak dolanacaksın Simin.

 Var olma amacını unutup , karanlığa yenildiğin için hiçbir zaman huzur bulamayacaksın….."

17 Temmuz 2011 Pazar

masum

Çılgıncasına çırpınarak geçirdiğim asırların sonunda nihayet silah sesleri susuyor. Bir an hava duruluyor sanki. Etrafımda kesif bir barut kokusu hisseder gibi oluyorum. Hava ısınmış gibi. Ölümcül bir sessizlik kaplıyor ortalığı. Sadece "Dikkat edin..." ,"Orada kimse var mı?", "Kontrol ettiniz mi?" gibi bağırışların olduğu, birçok insan için gürültü ve karmaşa olarak adlandırılabilecek benim içinse Sahra'nın sesi olmadığı sürece sessizlikten ibaret kalacak uzun bir an yaşanıyor çevremde.

Beni tutan polisin kolları benim zorlamamla daha da sıkılaşıyor sanki. Sonra… Sonra onun sesini duyuyorum. Yeniden ışık geliyor dünyama, onun sesiyle yeniden nefes alıyorum, onun sesiyle kalbim tekrar atmaya başlıyor. Onun sesi bir elektroşok gibi beni hayata döndürüyor yeniden. Benim göğsümden yükseldiğine inanamadığım bir ses hıçkırıklara boğuyor beni, gözlerim sağanak bir yağmurun perdeleri arkasından görüyor dünyayı.

Sadece “Şükürler olsun! Yaşıyor! Yaşıyor!” diyebiliyorum. Sesim önce fısıltıyla çıkabiliyor sonra gittikçe ıslak haykırışlara dönüşüyor tüm bedenimi doldurarak. Aklımdan geçen hiçbir şeyi dile dökemiyorum o an… Anlamlı olan tek şey dilleniyor. Şükredebiliyorum sadece. Benim adım değil dudaklarında ki haykırışın muhatabı ama yine de sesini duydum ya, o yaşıyor ya gerisinin ne önemi var... Beni tutan kolların gevşemesiyle fırlıyorum ayağa.

Arkamdan “Mirza, dur!” diye seslenen sesin tanıdıklığı bile durduramıyor beni. Geçen bir salisede beynimin bir tarafı Amcamın ne işi var burada dese de önceliğim Sahra… Ona koşmalı, onu sarmalı, sadece sesiyle değil bedeni, kokusuyla da inanmalıyım yaşadığına. Ölesiye korkuyorum göreceğim görüntüden. Biliyorum yaşıyor ama… Yine de…

Ya yaralandıysa, ya o güzel teninde olmaması gereken o gelinciklerin açtığını görürsem. Ya yaralandıysa… “Lütfen ona bir şey olmasın, lütfen “ diye yalvararak, dua ederek, bakıyorum ona.

Göreceğim görüntünün korkusundan nefes bile almaya çekinerek, kalbimin gümbürtüleri arasında kalkıyorum ayağa… Ve… Onu görüyorum. Kapının önünde hala...

Yakın korumasıyla konuşuyor. Sinirli olduğunu buradan bile görebiliyorum. Korkmuş, şaşkın ya da sinirli değil Sahra. Sahra sinirli… Hesap sorarcasına elini kolunu sallayarak onu sakinleştirmeye çalışan adamla konuşuyor. Adam onunla konuşurken beline yerleştiriyor silahını. Yaşıyor nefes alıyor Sahram…

Birden… Birden yeniden, karışıyor sanki ortalık. Sahra’nın gözlerinin bir noktaya takıldığını fark ediyorum. Aynı anda sanki kare kare oynatılan slow motion bir film izler gibi yavaşlıyor saniyeler. Sahra 'nın onun önünde duran korumasının omzuna elini koyarak sağa itişini ve diğer eliyle az önce beline koyduğu silahı çekip alışını görüyorum. Aynı anda silah sesleri başlıyor yeniden. Ses gelen tarafa doğru dönüyorum dehşetle… Az önce çatışmaya katılan korumalardan biri şimdi ona yöneltmiş silahını… “Hayır!” diye haykıran sesim kulağıma o kadar yabancı geliyor ki o an. Aynı anda haykırıyoruz sanki. Ben ve o adam… Daha dün sabah yakınlığını kıskandığım, varlığı beni delirten adam tekrar onun önüne geçmeye çalışıyor bir başka dilde “Hayır !” ını haykırırken. Sahra adamın önüne geçmesine izin vermeden nişan alıyor ve tek bir silah sesi daha duyuyorum… Bu sefer sesi çıkaran benim Sahra’mın ateşlediği, silah… Ölüm bu sefer benim masum sevgilimin ölümden ateş kusuyor. Hepsi hepsi birkaç saniye de bir asır geçiyor sanki ve ben gördüklerimin şokuyla olduğum yerde dönüp kalmışken onun gözleri bana dönüyor. Silahın ağır ağır sıyrılışını görüyorum elinden. İlk defa, belli ki bu bir ilk o da benimle aynı şoku paylaşıyor sanki. Az önce silah tutan elini yüzüne doğru kaldırıyor ve şaşkın bakışları o adama dönüyor bu sefer. Başını sağa sola sallıyor birkaç kez. Elleriyle kulaklarını kapayarak çığlık atmaya başlıyor yere çökerken. Koruması yanına diz çökerek onu sakinleştirmeye çalışırken ben hala kıpırdayamıyorum. Kulaklarımda bana söylediği o cümle çınlamaya başlıyor…
“Beni tanımıyorsun…”

Ben Sahra’yı tanımadığımı ilk defa bu kadar gerçek bir şekilde algılıyorum… Kim Sahra, gerçekten kim… Az önce… Daha birkaç saniye önce… Gözlerimin önünde, bir refleks gibi silah çekerek ateş eden o kadın mı? Haftalardır masum bir melek gibi sevdiğim, taptığım, ona bir şey olacak korkusuyla dakikalar içinde ömür tükettiğim bu kadın mı? Kim Sahra? Onun ayağa kalkarak bana doğru yöneldiğini gördüğüm an silkinerek kendime geliyorum. Aynı anda bir kol durduruyor beni ve korumasının da onu durdurarak bir şeyler söylediğini fark ediyorum. Ne söylüyorsa yüzü daha da soluyor ve acı çeken bir ifadeyle bana bir süre baktıktan sonra yanlarına koşturan diğerlerinin korumasında evine giriyor.

çınar...

Meviel, ağabey ve kardeşin konuşmasını dinlerken kendi kendine gülümsüyordu.

”Olması gereken olsun.” diye mırıldandı hafifçe. 

Çınarlar, böyle düşünürdü çünkü. İnsanların arasında geçirdiği onca zamanda tek değişmeyen bu olmuştu zaten. Bakışlarını kaldırdığında gözleri, onlara baktığını bildiği Jesuf’la buluştu. Genç adam onu her yerden duyabildiğini bilse ne düşünürdü acaba? Ya da eskiden ne olduğunu… Onun için nelerden vazgeçtiğini… Gözleri Jesuf’la buluştuğu anda gülümseyişi özleme, aşka dönüşmüştü içinde. 

Geride bıraktıklarını özlediği anlarda hep bu gülümsemeler gelirdi aklına. Ve “Değer. ” diye mırıldanırdı için için.

“Değer… Her şeye değer.”.

Bu anlar , gövdesinde dolanan şen bahar rüzgârlarına, dalları arasında konaklayan bin bir çeşit canlının tatlı sohbetine… Her şeye değerdi. Bazen, Jesuf uzakta olduğunda odasının penceresinde oturur, gelip geçen rüzgârlara onu sorardı, kimi zamansa, kuşlar sevdiğinin haberlerini getirirdi ona ve eski günleri konuşurlardı uzun uzun. Yaratanların toprakta yürüdükleri, Bülbül’ün liderliğinde savaştıkları zamanları konuşurlardı. En çok, özleyip özlemediğini merak ederlerdi. O zaman dudaklarına tatlı bir tebessüm konardı işte. Anılara dalardı, onun yokluğunun bıraktığı boşluğun içinden açılan o kapıdan geçerek.

Sam yellerini hatırlıyordu mesela. Denizin hemen kenarındaki o ormanda yaşarken, kimi zaman telaşlı bir hızla geçip giden fırtınaların, nasıl gövdesini eğmeye çalıştığını, yapraklarını döktüğünü, dallarını kırdığını hatırlıyordu. Ve yaramaz rüzgâr özlerinin o telaşlı mırıltılarının nasıl da özür dilediklerini, baharda yaşam dolu ılık esintilerle bu yaptıklarını telafi etmeye söz vererek ,kaçıp gitmelerini hatırlıyordu. Oysa Ormanın ruhları hiç kızmazdı onlara, dökülen her yaprak, kaybedilen her dal yaşamdaki dönüsünü yerine getirmiş demekti. Kış geldiğinde, çiçekler vedalaşarak toprağın altındaki huzurlu barınaklarına çekilirken , hüzünlenirlerdi yine de. Onların renklerini kaybetmenin hüznüyle sarıya keserdi yaprakları. Ta ki bir sonraki baharda mahcup, mahmur başları yeniden toprağın üstünde görülene, onlara tatlı tatlı göz kırpana kadar…

Ve beklerdi. Hevesle…Binlerce asırlık ömürlerinin sonlanacağı, ölüm vadisindeki konağına, dostlarına gitmek için yeryüzünden ayrılacağı günü beklerdi. Bir çınarın istekleri, basitti yani. Yeterince yağmur, dalarında konaklayarak ona dostluklarını sunan kuşların ruhlarıyla yaptığı sohbetler ve denizin içine fısıltılarını saklayan su ruhlarının şarkılarıyla geçen geceler… Köklerine ulaşan suyun mucizevî dolanışı…

Oysa insanlar…

Onlar karmaşıktı. “Olacak olan, olmalı…”yı anlamıyorlardı… Doğanın basit kanunlarını, hiçbir ruhun hüküm altına alınamayacağını, aslında yeryüzünün basit bir dengenin üstüne kurulu olduğunu anlamıyorlardı. Kısıtlı zamanlarını, kavgalar, hırs, güç, savaşlarla tüketiyorlardı. Ve Meviel’e çok güç geliyordu onlardan biri olmak.

Yine de onların arasında geçirdiği 15 yıl boyunca hiç pişman olmamıştı Meviel. Seçiminden, onun için vazgeçmiş olmaktan pişman olmamıştı hiç. 

Çünkü bazen, böyle gülümsüyordu işte. Aynı o günkü gibi, bir sabah rüzgârın taşıdığı bir gemiyle limana vardığı yanından geçip gittiği o gün gülümsediği gibi gülümsüyordu. Ve o zaman yine mırıldanıyordu Meviel…

“Değer… Her şeye değer…”

Genç adam 20 yaşlarındaydı henüz. Karanlık geceler kadar siyah saçları ve onu bir anda içine hapseden laciverte çalan o koyu mavi gözeriyle ormanının içinden, yuvasının dar küçük patikalarından geçip gitmişti askerleriyle beraber. Tek bir andı. Yaşamın sonsuza kadar değiştiği tek bir an. 

Onun güçlü parmaklarının gövdesine dokunarak “Gördüğüm en güzel çınar.” Dediği, o andı.